bu zannetmenin tribi belki, belki de hiç bi' şey zannedememenin tribidir bilemiyorum.. trip benim tribim, hem trip bu zart diye girer zurt diye gider belki de kalıcı olur bilinmez bu şekilde olmadığınız için belki susamak gibi gelmiştir ama bu çölde su bulmak gibi bazen bazense damarınızı kolunuza paralel kesen bi' jilet.. artık yazmayı düşünmüyorum.. her daim sevi'yle, iyi olun...
ben de triplexe girdim fenerin yüzünden.. fenere trip atiyorum artık.. beşiktaş maçindan sonra tam 2 takika gülmüşüm telefonda.. arkadşa bgn acisini çıkardi.. bunu bana yaşattin ya fener :( kombine versen de bakmam yüzüne.. bir süre uzak duracagım snedne..
ya bnm içimde bir şey var.. tarifi yok.. göz kararı :(
yazmayı düşünmüyorum demişsin ya işte bende o şekilde bi hal içerindeyim.nedendir bilmiyorum ama takip ettiğim bloggerlarda da hep aynı durum.havalardan mı bu hal yoksa hayattan mı anlamıyorum?Ben uzun süre de kendime gelemem gibi çünkü beklemek yiyip bitiriyor insanın beynini,kalbini,ruhunu.. Bekliyorum gelecek mi bir an önce?Ama gelsin istiyorum..
yazmayı düşünmüyormuş... bi gelirsem oraya varya aorilum, myki nin hatrı falan dinlemem bi tencere tava girişirim bak Al eline kalemi da , geç compüüterinini başına..adamı hasta etmeyiiin üleeeeyyynnnn!
şaka bir yana... kafanı topladığın zaman yepyeni yazılarınla bekliyorum seni
Beyaz Geceler 1.Gece Sevgili okuyucum, o öylesine güzel bir geceydi ki, böylesini ancak gençliğimizde görebiliriz! Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parlaklığına bakıp bakıp da, "Böyle bir göğün altında insan nasıl olur da öfke duyar, hırçınlaşabilir?" diye düşünürsünüz. Ama bu düşünce de gençler içindir, sevgili okuyucum, hem de çok gençler için. Dilerim, sizin de gönlünüz uzun süre genç kalsın. Hırçınlardan, öfkeli insanlardan söz açılmışken bütün o günkü uysallığımı anımsamadan edemeyeceğim. Sabahın ilk saatlerinde bunaltıcı, tuhaf bir can sıkıntısı doldurmuştu yüreğimi. Benim gibi yalnız bir adamı, herkes terk ediyormuş, herkes benden kaçıyormuş gibi bir duygu vardı içimde. "Herkes"le kimleri kast ettiğimi sormak hakkınızdır. Çünkü nerdeyse, sekiz yıldır, yaşadığım şu Petersburg kentinde bir tane bile tanıdık edinemedim. Ama tanıdık benim neyime? Zaten Petersburg'u baştan başa tanırım, onun için bütün kent kalkıp, yazlığa gidince haklı olarak herkesin beni terk ettiğini düşünmeye başladım. Yalnız başıma kaldığımı görünce de, büyük bir korkuya kapılarak üç gün neye uğradığımı anlamadan, kentin sokaklarında dolaştım durdum. Neva Caddesi'ne, parka, deniz kıyısına, daha nereye gittiysem hiçbir yerde, bütün bir yıl hep aynı saatte görmeye alıştığım kimselerin tekini bile göremedim. Onlar beni elbet bilmezler, ama ben onları tanırım, hem de yakından tanırım, hepsinin de yüzü hatırımdadır. Onların sevinci benim sevincim, onların üzüntüsü benim üzüntümdür. Tanrı'nın her günü aynı saatte Fontanka'da rasladığım ufak tefek bir ihtiyarla da nerdeyse ahbaplık peydahladım. Görkemli, dalgın bir görünüşü olan bu ihtiyar, sol elini sallayarak hep kendi kendine bir şeyler mırıldanır; sağ elindeyse, sapı altın kaplamalı, boğum boğum, uzun bir baston vardır. Adamcağız beni fark etmeye bile başladı, her raslaşmada bana karşı bir ilgi gösteriyor. Beni aynı saatte Fontanka'daki yerimde görmese neşesinin kaçacağına kalıbımı basarım. Onun içindir ki, karşı karşıya geldiğimiz sıralar, ikimizin de keyfi yerindeyse, birbirimize selam verecekmiş gibi bir havaya giriyoruz. Geçenlerde iki gün birbirimizi görmeyip de üçüncü gün karşılaştığımız zaman az kalsın elimizi şapkalarımıza atıyorduk; neyse ki tam zamanında aklımız başımıza geldi de ellerimizi indirdik, birbirimizi süzerek geçtik. Evlerle de aram iyidir. Gezinirken birbiri ardından önüme çıkıp bütün pencereleriyle bana bakarak kimisi, "Merhaba! Nasılsınız? Eh, ben çok şükür iyiyim, mayısta üzerime bir kat daha çıkacaklar", kimisi; "Ee, nasılsınız bakalım? Yarın beni onarıyorlar", kimisi de, "Dün az kalsın yanıyordum. Öyle korktum ki!" vb. der gibidirler. Aralarında sevdiklerim vardır, kimisini oldukça yakından tanırım, bir tanesi de önümüzdeki yaz kendisini mimara tedavi ettirecek. Tedavi olurken, Tanrı esirgeye, başına bir şey gelmesin diye her gün uğrayacağım oraya. Hele güzelim pembe bir evin öyküsünü hiç unutamam. Taştan yapılmış, ufacık, sevimli bir evceğizdi bu; hantal komşularına bakıp böbürlenmesini, bana bakarken de yüzünün gülmesini gördükçe ona karşı içim sımsıcak olurdu. Geçen hafta yanından geçerken başımı kaldırır kaldırmaz; "Beni sarıya boyadılar!" diye acıklı bir ses işittim. Bir de baktım ki, ne göreyim!.. Haydutlar! Barbarlar! Ne sütun bırakmışlar, ne sundurma; hepsini kanarya sarısına boyamışlar! Kanım beynime sıçradı. Çin İmparatorluğu rengine boyanarak çirkinleştirilen zavallı dostuma bakmaya dayanamayacağım için o günden beri de semtine uğramıyorum. İşte, okuyucum, Petersburg'u ne kadar yakından tanıdığımı artık anlamış bulunuyorsunuz. Nedenini ortaya çıkarıncaya kadar bir tedirginliğin üç gündür içimi kemirdiğini yukarda söylemiştim. Sokakta canım sıkılıyor, "O yok, bu yok, öteki ne cehenneme gitti!" diye evde kendimi yiyordum. Tam iki gece; "Benim neyim eksik? Burada niçin rahat edemiyorum?" diye odamda kıvrandım durdum. İsten kararmış, yeşil badanalı duvarlara, Matriyona'nın başarıyla ürettiği örümcek ağlarıyla kaplanmış tavana şaşkın şaşkın baktım. "Yoksa bütün sıkıntımın nedeni bunlar mı?" diye sandalyeleri gözden geçirdim. (Çünkü bir sandalye bile akşam bıraktığım biçimde durmuyorsa sinir olurum.) Pencereye göz gezdirdim; hepsi boşuna... İçim bir türlü rahat etmedi! Hatta Matriyona'yı çağırarak, örümceklerden, her zamanki pasaklılığından dolayı kendisini fazla üzmeden azarladım. Kadın tuhaf tuhaf baktıktan sonra çekti gitti, örümceklerse yerlerinde hâlâ sapasağlam duruyorlar. En sonunda bu sabah işin içyüzünü anlayabildim. Öyle ya, herkes benden kaçıp yazlığa kapağı atıyordu. (Bu bayağı anlatımından dolayı özür dilerim, şu anda yüksek üslubun hiç sırası değil.) Çünkü Petersburg'da herkes ya yazlıklarına gitmişti, ya da yeni gidiyordu. Çünkü sokakta her araba kiralayan kerli ferli adam, gözümde, günlük işini bitirdikten sonra yazlığa, ailesinin yanına dönen pek sayın aile babası görünümüne bürünüyordu. Çünkü karşılaştığım yayaların: "Biz buraya şöyle bir uğradık, iki saat sonra yazlığa gideceğiz" diyen kibirli bir havası vardı. Kar gibi beyaz ince parmaklarıyla pencereye vurduktan sonra, güzel bir kız, başını dışarı çıkararak, elinde saksılarla çiçek satan çiçekçiyi çağırmaya görsün. Hemen o anda bu çiçeklerin, zevkini çıkarmak için değil de, çok geçmeden yazlığa taşınacakları, çiçekleri de yanlarında götürecekleri için satın alındığını düşünmeye başlıyordum. Bu kadarla da kalmayıp bu yeni, özel keşfimde büyük başarılar elde etmeye başladım. Kimin, ne çeşit yazlıkta kaldığını bir bakışta yanılmadan anlıyordum. Kamenni Mahallesi'nde, Aptekarski Adaları'nda ya da Peterhof Caddesi'nde oturanlar, yapmacık, ince tavırlarıyla, iki dirhem bir çekirdek yazlık giyimleriyle onları kır evlerinden kente getiren gösterişli arabalarıyla göze çarpıyorlardı. Pargolovo ve daha ilerde oturanlar, ilk bakışta insanda aklı başında, oturaklı kimseler izlenimi bırakıyor; Krevstovski Adası'na yazı geçirmeye gelenler şen şakrak tavırlarıyla dikkati çekiyorlardı. Dağ gibi ev eşyalarıyla, masalarla, sandalyelerle, divanlarla, daha bir sürü ıvır zıvırla dolu, üstelik çoğu zaman bütün bunların tepesine kurulmuş, efendisinin eşyalarını gözünün bebeği gibi sakınan sıska aşçı kadınların bulunduğu dizi dizi yük arabalarıyla, arabaların yanında dizginleri ellerinde tutarak yürüyen sürücülere raslasam; Neva, Fontanka üzerinden Çyorni Deresi'ne, adalara kadar giden, çeşitli ev eşyalarıyla tıkabasa doldurulmuş kayıklar görsem; bu arabalar, bu kayıklar gözümde çoğalıyor, çoğalıyordu. Herkes ayaklanmış, harekete geçmiş, kervanlar halinde yazlığa göçüyormuş gibime geliyordu. Sanki bütün Petersburg boşalarak yerinde ıssız bir çöl kalacaktı. Bu durumu gördükçe kendi kendimden utanmaya, gücenmeye, hüzünlenmeye başladım; benim ne gidecek bir yazlık evim, ne de böyle bir yere gitmem için ortada bir neden vardı. Aslında her yük arabasıyla, fayton kiralayan efendi kılıklı adamla gitmeye can atıyordum, ama hiçbiri, evet hiçbiri beni çağırmıyordu; sanki köşemde unutulmuştum, gerçekten de herkes için bir yabancıydım. İşte böylece o kadar çok gezdim, dolaştım ki, sonunda her zamanki gibi, nerede olduğumu unutarak birdenbire kendimi kentin çıkış kapısında buldum. O anda içime bir sevinç dalgası yayıldı, adımlarımı sıklaştırarak kendimi kapının dışına attım, ekilmiş tarlalara, çayırlara doğru yürüdüm. Artık yorgunluk filan duymuyor, üzerimden ağır bir yükün kalkmakta olduğunu hissediyordum. Gelip geçenlerin yüzünde bir gülümseme vardı, neredeyse eğilip selam vereceklerdi; herkes bir şeylere seviniyor, püfür püfür sigara tüttürüyordu. Ben de çok sevinçliydim, şimdiye dek bu kadar neşeli olmamıştım. Ansızın İtalya'daymışım gibi, kentin taş yığını arasında bunalmış bir kentlinin yarı hasta ruh haliyle hayran hayran kırları seyrediyordum. Baharın gelmesiyle birlikte Tanrı'nın bağışladığı bütün gücünü ortaya koyarak süslenen, çiçeklerle bezenen bizim Petersburg kırlarında insana dokunan, ama ne olduğu anlaşılmayan bir şey vardır. Bazen yalnızca acıyarak bazen de hiç farkına varmadığımız, cılız, hastalıklı bir genç kızı, ama bir gün, beklemediğimiz bir anda, birdenbire değişerek anlaşılmayan bir güzelliğe bürünen bir kızı anımsatır Petersburg kırları. Bu kızın karşısında şaşırmış, kendinizden geçmişinizdir. Elinizde olmadan, "Hangi güç bu bezgin, düşünceli gözlere parlaklık verdi? Bu çökmüş, solgun yanaklara kan nereden geldi? Bu yumuşak yüz çizgilerine tutkuyu kim verdi? Bu göğüsler neden böyle kabarıp kabarıp iniyor? Bu soluk yüzlü kıza birdenbire bu canlılığı, diriliği, güzelliği veren nedir? Kim onun yanaklarına bu gülücüğü kondurdu? Bu hayat dolu, şen şakrak kahkahaları veren kimdir?" diye sorarsınız kendi kendinize. Gözleriniz birilerini arayarak çevrenize bakınırsınız. Ve bir anda her şeyi anlarsınız. Ama o an hemen geçer; belki de ertesi gün gene aynı dalgın bakışla, aynı solgun yüzle, hareketlerdeki aynı ürkeklikle, bezginlikle, hatta bir anlık taşkınlığından dolayı duyduğu pişmanlıkla, aynı tasayla, aynı hüzünle karşılaşırsınız. Bu bir anda gelip geçen güzelliğin neden böyle kısa ömürlü olduğunu ve artık bir daha dönmeyeceğini içiniz burkularak düşünür, sevmeye bile vakit bulamadığınız bu aldatıcı, bir işe yaramaz güzelliğe ta derinden kırılırsınız... O günün gecesi gündüzünden daha iyi geçti. Kırlardan kente çok geç dönmüştüm, eve yaklaştığım sırada saat 10'u gösteriyordu. Eve giden yol kanalın kıyısından geçer, bu saatte burada in cin top oynar. Ne yalan söyleyeyim, kentin uzak bir semtinde oturuyorum. Yürürken bir yandan da şarkı söylüyordum, çünkü mutlu olduğum zamanlar kendi kendime bir şeyler mırıldanırım. Hiçbir dostu, arkadaşı olmayan, sevinçli anlarında sevincini kimselerle paylaşamayan herkes aynı şeyi yapmaz mı? Birden beklemdiğim bir şey çıktı karşıma. Rıhtımın korkulukları ve korkuluklara yaslanmış duran bir genç kız vardı önümde; dirseklerini demirlerin üstüne dayamış, gözleri kanalın bulanık sularında, öylece dalmıştı. Üzerinde yosmalara yaraşır siyah bir manto, başında da hoş bir şapka vardı. "Yüzde yüz esmerdir bu kız", diye düşündüm. Ayak seslerimi işitmemişti, soluğumu tutup yüreğim küt küt atarak yanından geçtiğim halde dönüp bakmadı bile. "Tuhaf, ne kadar da dalmış" demeye kalmadı, kızın boğuk hıçkırıklarını işiterek yerimde donakaldım. Evet, yanılmamıştım, ağlıyordu. İşte bir daha, bir daha hıçkırdı. Yüreğim acıdan burkularak, "Aman Tanrım!" diye haykırdım. Kadınlara karşı ne denli ürkek olursam olayım, bambaşka bir durumdu bu. Hemen ona doğru dönüp tam "Hanımefendi!" diye konuşmaya başlayacaktım ki, bu sözün Rus yüksek sosyetesini anlatan romanlarda binlerce kez kullanıldığını anımsayarak dilimi tuttum. Ben söyleyeceğim sözleri ararken kız kendine geldi, toparlanıp çevresine bakındı, başını önüne eğerek kıyı boyunca önümden süzüldü gitti. Ben de hemen peşine takıldım. O bunun farkına vararak kıyıdan ayrılıp yolun öbür yanına, karşı kaldırıma geçti. Doğrusu sokağın o yanına geçmeyi göze alamamıştım. Yakalanmış bir kuşun yüreği gibi çarpıyordu yüreğim. Ama o sırada geçen bir olay yetişti yardımıma. Karşı kaldırımda, yabancı kadının biraz gerisinde, frak giymiş oturaklı bir adam belirdi, ama adamın yürüyüşü hiç de oturaklı değildi; ikide bir duvara dayanarak sallana sallana sürükleniyordu. Geceleyin birilerinin yanına yaklaşıp da kendisine sataşmaya kalkışmasından korkan bütün kızlar gibi, bu kız da, olanca ürkekliğiyle, yayından boşanmış ok hızıyla koşturuyordu. Eğer şansım yardım etmemiş olsa da yalpalayan adam birtakım atak hareketlere girişmeseydi, kıza hiçbir zaman yetişemezdim. Adamın bir anda ileri doğru atılmasıyla, burnunun doğrusuna kızın arkasından seğirtmesi bir oldu. Kız fırtına gibi gidiyordu. Ayakta zor duran adamsa onun peşini bırakmak niyetinde değildi. Arayı gitgide kapatan herif için, "Ha yetişti, ha yetişecek!" dememe kalmadı, genç kız bir çığlık attı. Çıkarken yanıma almış olduğum boğumlu bastonumdan dolayı Tanrı'ya ne kadar şükretsem azdır. Kendimi bir anda karşı kaldırımda buldum. İşin sarpa sardığını anlayan belalı herif, başına gelecekleri bir anda kavramış olacak ki, ağzından tek söz çıkmadan geride kaldı. Ancak aramız bir hayli açıldıktan sonra herif birtakım hatırı sayılır sözcüklerle itirazını bildiriyor olmalıydı. Neyse ki söyledikleri bize kadar ulaşmıyordu. - Koluma girin, dedim kıza. Artık sataşmayı göze alamaz. Korkudan, heyecandan titreyen kolunu bana verdi. Ey, belalı adam! O anda sana ne kadar dua etsem azdır. Göz ucuyla şöyle bir baktım kıza, tatlı bir esmer güzeliydi. Yanılmamıştım. Deminki korkudan mı desem, yoksa daha önceki üzüntüden mi, kara kirpiklerinde hâlâ gözyaşları parlıyordu. Ama dudaklarına bir gülümseme yayılmıştı. O da bana kaçamaklı bir bakışla baktı, sonra kızararak başını öne eğdi. - O zaman beni başınızdan savdınız da bakın işte neler oldu! Demin yanınızda dursam bunların hiçbiri gelmezdi başınıza, dedim. - Ama sizi tanımıyordum ki... Sizi de onlardan biri sandım. - Peki, şimdi tanıyor musunuz? - Biraz... Şey, titriyorsunuz. Neden öyle? Kızın güzelliği yanında bir de zeki olması pek hoşuma gitmişti. - Demek, ilk görüşte farkına vardınız! Evet, kimin yanında olduğunuzu hemen anladınız. Kadınlara karşı çekingen olduğum, heyecanlandığım ve de en azından sizin o adamdan korktuğunuz kadar korktuğum bir gerçek... Hâlâ çekingenliğim geçmedi. Düşte gibiyim, bir kadınla konuşacağımı düşümde bile görsem inanmazdım. - Nasıl! Siz ne diyorsunuz! - Evet, öyle. Eğer elim titriyorsa, bunun nedeni, sizinki gibi güzel, küçük bir elin şimdiye dek kolumu böyle sarmamış olmasıdır. Kadınlardan iyice uzaklaştım, daha doğrusu kadınlara hiç alışık değilim. Yalnız yaşayan bir adamım ben... Sizlerle nasıl konuşulacağını bile bilmem. Şimdi de bilmiyorum. Sakın aptalca bir söz söylemiş olmayayım? Çekinmeden bildirin. Korkmayın, darılmam... - Hayır, sözlerinizde bir saçmalık göremiyorum, üstelik güzel konuşuyorsunuz. Size karşı açık yürekli olmamı istiyorsanız, hemen belirteyim ki, böyle bir çekingenlik kadınların hoşuna bile gider. Hatta daha fazlasını isterseniz, bu benim de hoşuma gidiyor ve evime kadar yanımda yürümenize izin veriyorum. Sevinçten soluğum kesilecek gibiydi. - Anlaşılan, siz bende korkunun zerresini bırakmayacaksınız, o zaman da bütün çarelerime elveda. - Çareleriniz mi? Ne çaresi? İşte bu çok kötü! - Özür dilerim, ağzımdan kaçtı. Ama şu anda sizden bir dilekte bulunmamamı benden nasıl istersiniz? - Beğenilmek dileği mi? - Öyle, öyle ya... Ne olur, benim nasıl biri olduğumu anlamaya çalışın. İşte, neredeyse yirmi altı yaşımı dolduracağım, hâlâ insan içine çıkmış değilim. Böyle olunca, nasıl güzel konuşabilir, nasıl sözcükleri yerli yerinde kullanabilirim? Her şeyi olduğu gibi söylemek en iyisi... Yüreğim şuramda konuşurken ben susamam... Neyse, bunun önemi yok... İnanır mısınız, daha hiçbir kadınla tanışmadım. Evet, hiçbir kadınla... Bir gün gelip bir kadın tanıyacağımı kurar dururum hep. Bu biçimde kaç kez âşık olduğumu bilir misiniz? - Nasıl olur? Kime? - Hiç kimseye... İdealimdeki kadına, düşümde gördüğüm yüzlere... Ben hayalimde romanlar yaratırım. Ah, siz beni bilmezsiniz! Bunlar hiç kadın tanımadan olmaz, ama siz benim hangi kadınları tanıdığımı sormayın! Tanıdığım bütün kadınlar, birkaç ev sahibesinden başkası olmadı! Hem de öylelerine çattım ki... Size bir şey söylesem gülersiniz. Birkaç kez sokakta kibar bir kadınla konuşmayı geçirdim aklımdan. Doğaldır ki bu konuşmalar sadelik içinde, çekine çekine, saygılı ve içim ateşten yanarak yapılacaktı. Ona yalnızlıktan kahrolduğumu, hiçbir kadınla tanışmadığımı anlatarak beni yanından uzaklaştırmamasını isteyecek; benim gibi umutsuz bir erkeğin dileğini reddetmesinin kadının şanına yakışmayacağını söyleyecektim. Ondan bütün dileğim, bana kardeşçe söyleyeceği tatlı iki sözcük, evet iki sözcük olacaktı. Ağzımı açar açmaz beni kovmamasını, sözlerime inanarak dinlemesini, canı isterse söylediklerime gülebileceğini, bana yanıt vermesini, iki söz, yalnızca iki söz söylemesini, ondan sonra da bir daha görüşmeyeceğimizi bildirecektim. Bakın gülüyorsunuz... Zaten ben de bunun için anlatıyorum... - Darılmayın ama kendi kendinizin düşmanı olduğunuz için gülüyorum. Deneseydiniz, sokakta bile bir kadınla tanışmayı becerirdiniz. Sadelik kadınların hoşuna gider. Aptal değilse ya da bir şeye canı çok sıkılmamışsa, yürek taşıyan her kadın sizin böyle çekine çekine istediğiniz iki çift sözü esirgemezdi sizden... Gene de siz benim söylediklerime bakmayın. Kim bilir, sizi deli filan da sanabilirler. Ben demin kendi düşündüklerimi söyledim. Çünkü yeryüzünde insanların nasıl yaşadıklarını bilirim, çok şey gördüm geçirdim!.. - Oh, çok teşekkür ederim! Benim için ne büyük bir iyilik yaptığınızı bilemezsiniz! - Peki, peki! Söyleyin bakalım, benim... Nasıl söyleyeyim, dostluğa ve ilgiye değer bir kız olduğumu nerden anladınız? Niçin bana yaklaşmaya karar verdiniz? - Niçin mi? Çünkü yalnızdınız, o adamın gözü dönmüştü, üstelik geceydi. Bunun benim yönümden bir görev olduğunu kabul edin... - Ama hayır, daha önce, yolun karşı kaldırımında... Daha orada bana yaklaşmak istemiştiniz, öyle değil mi? - Orada, karşı kaldırımda mı? Nasıl yanıt vereceğimi bilemiyorum doğrusu. Korkuyorum... Biliyor musunuz, bugün çok mutluydum. Durmadan gezdim, şarkı söyledim. Kentin dışına, kırlara yürüdüm. Şimdiye dek böyle mutlu dakikalar yaşamadım. Siz... ama belki de bana öyle geldi... anımsattığım için özür dilerim, ağlıyormuşsunuz gibi bir ses işittim. Bense, bense dayanamadım... Yüreğim ezildi... Oh Tanrım! Size karşı bir yakınlık duymuş olamaz mıyım? Size kardeşinizmişim gibi acımakla suç mu işledim?.. Acıma sözünden dolayı bağışlayın beni... Neyse, elimde olmadan size yaklaşmak istedimse... Bana gücendiniz mi yoksa?.. Genç kız gözlerini yere indirip kolumu sıkarak; - Yeter, bırakın şimdi bunları, dedi. Sözü bu konuya getirdiğim için ben suçluyum, ama hakkınızda yanılmadığım için de kıvançlıyım... Eh, eve geldik. Şurada ara sokağa sapacağım. Evim iki adım ötede... Hoşça kalın. Teşekkür ederim... - Demek birbirimizi bir daha göremeyeceğiz!.. Her şey böylece bitecek mi? Kız gülmeye başladı. - Görüyorsunuz ya! Başlangıçta iki sözcük istiyordunuz, şimdiyse... Bununla birlikte hiçbir şey söyleyemem... Belki gene görüşürüz... - Yarın buraya geleceğim. Beni bağışlayın, bunu sizden istiyorum... - Çok sabırsızsınız. Üstelik, hani nerdeyse buyurgan bir tavrınız var... - Bir dakika dinleyin beni, diye sözünü kestim. Özür dilerim, belki ağzımdan gene tuhaf sözler kaçıracağım... Demek istediğim şu ki, yarın buraya gelmeden edemem. Ben hayalcinin biriyim; hayatımda yaşanmış olaylar o kadar az, birlikte geçirdiğimiz şu dakikalar o kadar seyrek raslanan cinsten ki, hayalimde bu anları birçok kez tekrarlamamak elimde değil. Sizi bütün bir gece, bütün bir hafta, bütün bir yıl hayal edeceğim. Yarın buraya, hem de tam buraya, tam bu saatte geleceğim; bugün olanları anımsadıkça kendimi mutlu hissedeceğim. Petersburg'da böyle bir iki yerim var. Bir keresinde, geçmiş günleri anımsayarak sizin gibi ağlamaya başladım. Kim bilir, belki siz de on dakika kadar önce böyle bir anı yüzünden ağlıyordunuz... Affedersiniz, gene kendimi unuttum, belki de bir zamanlar burada mutlu dakikalar geçirmiştiniz... - Peki, belki ben de yarın saat 10'da gelirim. Ne yapayım, sizi kırmak elimden gelmiyor. Zaten burada bulunmam gerek. Sakın randevu verdiğimi düşünmeyin, burada bulunmak kendim için gerekli. Öyleyse, öyleyse sizin de gelmenizin hiçbir sakıncası olmadığını söyleyebilirim. Sonra belki bugünkü gibi tatsız olaylar da çıkabilir; neyse, bunu hesaba katmayın... Diyeceğim şu ki, birkaç kelime konuşmak için sizi görmek isterim. Ama bunun için sakın hakkımda kötü yargıya varmayın, böyle herkese kolayca randevu verdiğimi filan da aklınıza getirmeyin... Size bu randevuyu vermezdim, eğer... Neyse bu gizimi açmayacağım! Yalnızca bir koşulum var... Ben coşkunlukla haykırdım: - Koşulunuz mu var! Ben hepsine, hepsine razıyım. İstediğiniz her şeyi yapmaya hazırım. Söz veriyorum, size karşı saygılı olacağım, her istediğinizi yapacağım... Beni artık tanıyorsunuz. Kız gülüyordu. - İşte sizi tanıdığım için yarın buraya çağırıyorum ya... Sizi çok iyi tanıyorum. Tekrar anımsatıyorum, koşulumu unutmayacaksınız. Ne olur, lütfen şimdi söyleyeceğimi yapın, size bütün içtenliğimle bildiririm: Sakın bana âşık olmayın. İnanın bana, böyle bir şey mümkün değil. Dostluğa gelince, hazırım; işte elimi uzatıyorum... Ama sevmek olmaz, asla olmaz! Kızın küçücük elini yakaladım. - Yemin ederim! - Yeminin gereği yok. Barut gibi parlayacağınızı biliyorum. Bunları söylediğim için kusuruma bakmayın. Ah, benim de ne kadar yalnız olduğumu bir bilseniz!
...
Duvarlar daha bir ağır gelir oldu.. Taşımakta zorlandığın dört duvar.. Alanımı gittikçe daraltıyor.. Ruhunu kasıyordu..
Bedenin yorgun..
Gözlerin solgun..
Hayat durgun..
Ellerimi ellerine bağlamışsın..
Çözülemiyorum...
...
İçeri çek karnını.. Ellerinle kaburgalarının bittiği yeri kavra.. Avucuna al.. Bütün gücünle asıl.. Çıkar derinden kaburgalarını.. Ciğerlerin.. Nefes alsın… ...
Kadınlar sevmeyi bilmez.. Sevişmek için uygun bedeni ararlar.. Kobayları denerler sürekli.. Önce sözlü sonra uygulamalı.. Ve karar anı.. Veto.. Kobay değişir hemen, uygun beden bulununcaya kadar...
Kadınlar sevilmeyi bilmez.. Dar alanda kısa paslaşan nöronları, sürekli kapıldıkları halüsinasyonları, senaryosunu yazıp dağıtmayıp oynatmaya çalıştıkları oyunları, şüphe içerisinde buna izin vermez...
...
iyikötü
Biliyorum, çoğunuz iyi insanlarsınız. Bu yüzden hep kötüler kazanıyor zaten. Birçok kötü, hatta alçak tanıdım. Çoğu neşeli insanlardı. Hiçbirinde çekingen bir ruh haline rastlamadım. Kötüler atak, iyiler pısırıktır, etrafınıza bakın, en heyecan verici, en eğlenceli insanlar hep sahtekârlardır. Hepsi paldır küldür konuşan, ağız dolusu gülen insanlardır. Çünkü sahtekâr, sempatik olmak zorundadır. İyinin böyle bir mecburiyeti yoktur. İyi, sıkıcıdır. Kadınlar iyilere değil, güvenilmez erkeklere aşık olur bu yüzden. Zaten aşk, denen altüst oluşla ancak bir üçkâğıtçı basa çıkabilir. Aşkın tadını çıkaramaz iyiler. Onlar sarılıp sessiz bir uzanmayı aşk zanneder. Tekdüzedirler. Yavaştırlar. Kadınlar da dertlerini onlarla paylaşır ama gidip bir güvenilmezle sevişirler. Tutku kötülerin işidir. Sessiz ve efendi bir insan cümlesiyle tanımlanan bir iyilik kolaydır. Sahtekârlık daha zordur, maharet ister. Zeki, hızlı ve atak olmalıdır. Enerjiktir. (Tabii kötü kötüler konumuz dışındadır. Yani hem, salak hem kötü olmaya çalışanlar için düşünmeye, yazmaya değmez) üç kâğıtçı... Sahtekârın en sempatik, en başarılı şekli. İyi bir hatiptir o. İnandırıcıdır. Konuştuğu zaman etrafındaki tüm iyi ve dürüst insanlar ağzının içinde kaybolur. Hem çok iyi fıkra anlatır hem hüznün tüm renklerinden haberdardır. Kahkahasında pirzola tadı, hüznünde bazen ölümün sesi vardır. Adam başarılıdır. Yeteneklidir. İyilik kolaydır. Kötülük maharet ister. İyi olmak için, kimseye kötülük yapmamak yeterlidir. Ama kötü olmak için daha çok çalışmalısınız! İyi, kötü karsısında güvensiz, enerjisiz, çaresizdir. Filmlerde bile iyi, kötüleşmeden kötünün hakkından gelemez. Yeminini bozar ve kavgaya girer. Oysa kavga kötünün mesleğidir asıl. Biz iyi seyirciler perdedeki iyi adamımız kan döktükçe rahatlarız. Ve iyi kötüyü yendi diye seviniriz. Oysa artık hepimiz kötüyüzdür filmin sonunda. Hatta biz kötü den daha çok insan öldürmüşüzdür. Bir iyi için en zor olan, kötüye Sen kötüsün demektir. Çünkü iyi, utangaçtır. Hırsıza hırsız diyemez. Kötünün yerine utanır, sahtekârın yerine yüzü kızarır, hırsızın yerine yerin dibine geçer... Bu sırada kötüler, sahtekârlar, hırsızlar deli gibi eğlenmektedir. Çünkü onların yerine utanan, sıkılan, yerin dibine geçen birçok iyi insan vardır. Şeytan bile bazen yorulur kötülük yapmaktan. Ama hayatlarını salt kötülük yapmaya adayanlar asla durmazlar; bunu çok iyi biliyorum. Güzel kıyafetleri, briyantinli saçları, resmi arabaları, siyah gözlükleri ve korumaları vardır. Ama ruhları şeytandır. Kötünün en büyük avantajı iyideki kahrolası utanma duygusudur. Bu duygu iyiyi öylesine zayıf düşürür ki ağzını açıp bir kelime söyleyemez. Halbuki öylesine kararlı çıkmıştır ki kötünün karşısına. Her şeyi açık açık söyleyecektir. Başına gelecekleri göze almıştır!.. Ama olmaz. Yapamaz. Çünkü iyiler korkaktır. Çünkü iyiler herkese acır, en çok da kendilerine. Susmak, acımak, utanmak, korkmak... Farkında mısınız ey iyi insanlar, ne kadar sıkıcı şeylerle uğraşıyorsunuz! Kötüler kazanınca da şaşırıyorsunuz! Tarih boyunca iyiler kazanmasalar da, bir şekilde ayakta kalmayı başardılar. İyinin yazgısıydı bu. Şeytan her zaman saldıracak, yere yıkmaya çalışacak, akılları karıştıracak ve iktidarına devam etmeye çabalayacaktı. Babalarımız iyi insanlardı ve bize de iyi olmamızı öğütlediler. Biz de iyi insanlarız. Ve çocuklarımıza aynı şeyi öğütlüyoruz. Hepimiz kötülerin yanında çalışıyoruz. Haydi iyi insanlar! Haydi sessiz, efendi, sıkıcı, korkak, utangaç ve iyi insanlar! Çalışın!
Kötülerin size ihtiyacı var!
...
karıkoca
Bugün kiminle karşılaştım biliyor musun? Bilmiyorum, orada değildim. Eski karınla. Ya? Nerede? Markette. Daha doğrusu biz karşılaşana kadar orası marketti; birdenbire cenaze levazımatçısına dönüştü. Hani sanki birbirimize uygün mezartaşı bakıyormuşuz da karşılaşmışız gibi oldu. Birbirimizi öyle abartılı görmezden geldik ki o sıra göbek atmaya başlasak bu kadar dikkat çekmezdi. O hemen büyük omomatik kutularının arasına kafasını gömdü, ben de deli gibi domates seçmeye başladım. Bu yüzden mi şu anda dolapta altı kilo domates var? Ne yapayım? Geri mi verseydim? Seçmiş bulundum bir kere. Benim yine iyi; eski karın altı tane beş kiloluk omomatik aldı. Sinirden ne yapacağını şaşırdı. Elinin titremesinden omolar köpürdü. Hem de ambalajın içindeyken ve bir damla dahi suyla temas etmemişken. Sen ne yaptın, salça mı? Hayır efendim, ben o kadar rahattım ki. Zaten benim rahatlığım onu deli etti. Tabii tabii. O kadar rahattın ki bütün yaz idare edecek kadar domates aldın. Ne demek istiyorsun sen? Bir şey demek istemiyorum. Ama belli ki sen de rahatsız olmuşsun işte. Ben rahatsız filan olmadım. Sadece karının çok gereksiz agresif tavırları beni güldürdü o kadar. Gülerken biraz domates toplayayım diye düşündün... Daha ne kadar uzatacaksın bu domates konusunu? Yavrum ne var bunda, karımla karşılaşmışsın, bu da normal şartlarda gergin bir durumdur. Bir dakika, bir dakika... Sen şimdi bana?yavrum?eski karına?karım?dedin değil mi? Bilmiyorum... Öyle mi dedim? Bırak şimdi. Bal gibi biliyorsun öyle dediğini. Dedimse dedim, ne var bunda? Allahım bu adamın genişliği beni öldürecek... Ne söylesek? Ne var bunda? Yani benimle konusurken eski karından karım diye söz etmen normal mi? Yavrum niye takıyorsun böyle detaylara bu kadar? Rica etsem bana yaşamın içinden bir tane gerekli detay söyler misin? Senin için her şey gereksiz. Ekmeği dilimleyip sofraya getirmek, yemeğe aynı anda başlamak, bir yemeğe giderken ikimizin aynı tarzda giyinmesi ve buna ilave edebileceğimiz bütün vesaireler gereksiz. Hatta sana kalsa eve filan da gerek yok,nezih bir mağara da işimizi görür aslında. Mağara mı? Nereden nereye taşıyorsun tartışmayı? Ne yani, ekmeği elinle parçalama adetin yok mu? Eee ne var bunda? Açıklayayım. Ekmek ilk yapıldığında, yani bundan binlerce yıl önce gerçekten senin yöntemin uygulanıyordu. Yani kabilenin iri yarı erkekleri ekmeği parçalara ayırıp dağıtıyordu. Sonra insanlık bıçağı buldu. Hatta bununla da yetinmedi, bıçak konusunda da derinleşip özel ekmek bıçağını buldu. Hani şu keskin yeri tırtırlı olan, hatırladın mı? Ama sen atalarımızın bu çabalarını hiçe sayıp hâlâ ilk çağdaki yöntemi kullanıyorsun! Yahu sen ne zaman karımla karşılaşsan biz kavga etmek zorunda mıyız? O SENİN ESKİ KARIN!!! Bağırma! Bağırmıyorum. Sadece biraz sesimi yükselttim o kadar. Tamam işte, buna Türkçe'de bağırmak diyoruz ve kesinlikle hoşlanmıyoruz. Mümkünse manyaklaşma. Bak... Bunun karınla bir ilgisi yok. Eski karımla! Hoşuna gider diye öyle söyledim, hâlâ onu seviyorsun ya... Haydaaaa... Ne bu şimdi, haydaaa! Halay mı çekiyoruz? Nereden çıktı karımı sevdiğim? Sürekli karım demenden olacak. Onu sevseydim boşamazdım. Öyle olmadı zaten, o seni boşadı. Biz de bu vesileyle tanıştık hatırlarsan. Bana ilk altı ay karını anlattın ve toplam bir yıl boyunca da karının adıyla seslendin. Her şeyi bu kadar abartmasan olmuyor değil mi? Bir kere boşanmayı isteyen bendim ve sana taş çatlasa iki kere karımın adıyla seslenmişimdir... Eski karımın yani... Hayret. Boşanmak isteyen biri bu isteği olumlu karşılandı diye neden ağlıyor? Ben mi ağladım? Aralıklarla altı ay boyunca. Ne zaman eski karını hatırlatacak bir şeyle karşılaşsan ağladın. Hatta bu konuyu bir ara öyle abartmıştın ki az kalsın deliriyordum. Ekmek görsen, o da ekmek yerdi, gazete görsen, karım o kadar iyi bulmaca çözerdi ki, görsen Şiar Yalçın'ı yerdin, diyip diyip ağlamadın mı? Ya, sen hakikaten ne acaip kadınsın ya! Nereden uyduruyorsun sen bunları? Evet, tamam gerçekten çok iyi bulmaca çözerdi, bu doğru... Hatta bazen öyle zor soruları bilirdi ki, şaşar kalırdım. Mesela bir keresinde ben çözüyorum bulmacayı, bir soruya takıldım kaldım, tamam mı? Soru da öyle kritik bir yerde ki, onu bulsam bütün bulmaca çözülüyor, öyle de stratejik bir yerde... Yani nereden baksan altı kelime o soruya bağlı. Soru da üç harflik bir şey, bir tibet öküzü mü, sığırı mı öyle bir şey işte... Ulan düşün düşün, yok! Tibet neresi bilmiyorum... Zaman içinde öküzlerle karşılaşmışım ama hiçbirine memleketini sormamışım. Hani birader isim nedir, sizin orada size ne diyorlar şeklinde bir muhabbetim olmamış hiçbiriyle. Tibet'te hayvancılık ne durumdadır bilmiyorum... Ona da soramıyorum, çok iyi çözüyor ya. Ben de ona karşı, ne var canım senin kadar ben de çözerim tribine girmişim. O da güya benimle ilgilenmiyormuş gibi yapıyor. Ama gözucuyla da nasıl kıvrandığımı görüyor. Yalnız bu arada söyleyeyim ondaki gözucu da kimsede yoktur ha... Öyle dikkatlıdir ki kafayı yersin... Neyse bir ara kahve getirdim bahanesiyle geldi, tam kahveyi önüme koyarken yine gözucuyla hangi soruya takıldığımı tesbit etti, tamam mı? Bak dikkat et, kahveyi koyarken yani maksimum dört sanıye içinde baktı ve hangi soruya takıldığımı anladı... ve aniden YAK dedi... Meğer Tibet sığırının adı Yak'mış. Bunun üzerine bir sinirimiz bozuldu, neredeyse bir saate yakın vallahi bravo YAK diye bildin diye diye gülmüştük. Olacak şey değil yani, sen tut o arada gör ve Yak diye... Aşkım! Hayatım, nereye gitti bu be? Sevgiliiiim! Neredesin?... Allah allah! Ne oldu yahu? Ben şimdi kötü bir şey mi söyledim buna?
15 yorum:
neden neden...
neyin tribi bu??
bişiy içmek istemesinin tribi olabilir mi acep?
sıcak çikolata,çay,neskafe... artık ne diye düşünüyosan sen..
puhaha... susadım der gibi tribe girdim diyen ilk insan olarak hafızamda yer edineceksin.
bu zannetmenin tribi belki, belki de hiç bi' şey zannedememenin tribidir bilemiyorum..
trip benim tribim, hem trip bu zart diye girer zurt diye gider belki de kalıcı olur bilinmez bu şekilde olmadığınız için belki susamak gibi gelmiştir ama bu çölde su bulmak gibi bazen bazense damarınızı kolunuza paralel kesen bi' jilet..
artık yazmayı düşünmüyorum..
her daim sevi'yle, iyi olun...
ben de triplexe girdim fenerin yüzünden.. fenere trip atiyorum artık.. beşiktaş maçindan sonra tam 2 takika gülmüşüm telefonda.. arkadşa bgn acisini çıkardi.. bunu bana yaşattin ya fener :( kombine versen de bakmam yüzüne.. bir süre uzak duracagım snedne..
ya bnm içimde bir şey var.. tarifi yok.. göz kararı :(
hayata trip atiyorsun sne .. bildim mi.. :(
arocum son zamanlarda hiç mailine baktin mi ?? :D
yazmayi düsünmüyorum demissinya..
üzüldüm :((
yazmayı düşünmüyorum demişsin ya işte bende o şekilde bi hal içerindeyim.nedendir bilmiyorum ama takip ettiğim bloggerlarda da hep aynı durum.havalardan mı bu hal yoksa hayattan mı anlamıyorum?Ben uzun süre de kendime gelemem gibi çünkü beklemek yiyip bitiriyor insanın beynini,kalbini,ruhunu..
Bekliyorum gelecek mi bir an önce?Ama gelsin istiyorum..
ama hala tribi geçmemiş ki..
trip mevsimi bitti,mevsimm grip mevsimiii..
happ şuuuuuhhhh=)
aynen dediğin gibi oldu trip içersinde grip oldum çok fenayım..
böle olmayacak galiba her an düşebilirim geri kürkçüme..
:)
son yorumda bi umut gördüm... umarım halusinasyon değildir. :)
Çık gari bu tripten ne hakkın war okuyucuyu bekletmeye ayıp ayıp bak zaten nadir gelir bu okuma dürtüsü..
Çık gari bu tripten
yazmayı düşünmüyormuş...
bi gelirsem oraya varya aorilum, myki nin hatrı falan dinlemem bi tencere tava girişirim bak Al eline kalemi da , geç compüüterinini başına..adamı hasta etmeyiiin üleeeeyyynnnn!
şaka bir yana... kafanı topladığın zaman yepyeni yazılarınla bekliyorum seni
bende çıksAm ii olcek !!
Yorum Gönder